Çocukluğum İstanbul’un düşük gelir grubunda sayılabilecek bir
mahallesinde geçti. 80’lere dair ne varsa bu mahallede yaşadım. Boş arazilerde
biriken yağmur sularında kağıttan gemi yüzdürmeyi, freni olmadan son sürat
yokuş aşağı sürülen bilyalı arabalarını ve sunta üzerine taşla çakılan paslı
çivilerin arasında bozuk para ile oynanan tiktak sahalarını gördüğüm için
kendimi çok şanslı hissediyorum. Çocukluğunda yokluğu yaşayanlar büyüyünce
nasıl olur sorusunun genelgeçer bir yanıtı yok. Kimi görmüş geçirmiş oluyor,
kimi ise sonradan görme..
6-7 yaşlarında olmama rağmen sokağımızla ilgili hatırladığım bir başka
şey de Gurbetçilerdi. Almanya’dan, Fransa’dan, Hollanda’dan, Belçika’dan
üzerinde port bagajı olan arabalarla gelirlerdi. Gurbetçiler geldiğinde iki
yanı bitişik nizam evlerle dolu olan sokağımız lüks araba galerisine dönerdi. O
yıllarda Türkiye’de olmayan futbol topu, uzaktan kumandalı araba, ispirtolu
kalem, Milka çikolata, neskafe..vb bir çok ürünü ilk olarak gurbetçilerde görüp
özenirdik..
Sonra benim babam da devlet görevlisi olarak Berlin’e gitti. Hiçbir zaman
arabayla gelmedi ama yukarıda saydıklarımın hepsinden getirdi. Şimdiye kadar bu
blogta yazdığım şehirlerin hepsine gitmişliğim var. Yalnız Berlin hariç.. Bu
yazıda hiç gitmediğim Berlin’i çocukluğumdan kalan duygular ve babamın anıları
ile tarif edeceğim.
Berlin, mutlu Almanlar ve mutsuz Türklerin şehri olmalı. Şimdiye dek
Berlin’de çalışan kebapçı, kahveci, öğretmen, mühendis, kamyon şöförü Türklerle
tanıştım. Mutlu olanını görmedim. Aslında bugünün Türkiye’sini bırakıp Berlin’e
gitmek belki insana o zamanki kadar koymaz. Ama 80’lerin sonundaki Türkiye çok
güzeldi. Darbenin izleri geride bırakılmış, halk özgürlüklerine yeniden
kavuşmuş, televizyon ile birlikte hayatlar da renklenmişti. Tüm dünyada olduğu
gibi Türkiye’de de vicdan, ahlak, hakkaniyet gibi insani değerler bugünkünden
çok daha üst seviyedeydi. Bu yüzden 80’lerdeki gurbetçilerin işi çok daha zordu..
Babamın anlattıklarına göre Berlin sokaklarında çamur olmayan, otobüslerin
zamanında geldiği, arabaların yayalara yol verdiği, herşeyin planlı, hayatın
düzenli olduğu bir şehir..
Oysa gurbetçilerin Türkiye’deki ailelerine göre Berlin, Nazi sempatizanı
Almanların büyük bir duvarla ikiye ayrıldığı, Türklerin işçi olarak çalıştığı,
Türkiye’nin sınır komşusu bir şehir..
Benim için Berlin, Atatürk havalimanının dışhatlar terminalinde dökülen
gözyaşları, bavullar dolusu özlem ve Almanca bilmeden yaşanabilecek bir şehirdi..
Berlin güçlü bir şehirdi. II. dünya savaşında yerle bir olmuş, ama hızlıca
yeniden inşa edilmişti.
Berlin disiplinli bir şehirdi. Gidebilmek için fiziken, yaşayabilmek
içinse ruhen sağlıklı olmak gerekiyordu.
Berlin acımasız bir şehirdi. Hem gidenleri hem de kalanları
üzebiliyordu.
Ve Berlin pahalı bir şehirdi. Verdiklerinin yanında aldıkları çok
fazlaydı.. Özlem ve hasret bile Deutsche Mark ile ölçülebiliyordu..
Berlin’de doğup büyüyen Türk asıllı yönetmen Fatih Akın’ın Duvara Karşı filmi, benim hayatımda
seyrettiğim en güzel film. Şimdiye dek gurbetçileri kimse daha iyi anlatamadı.
Filmin ana karakterini hep abimmiş gibi düşündüm..
Ne de olsa adı Cahit Tomruk
Sevgilerimle, Onur Tomruk :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder