23 Ocak 2014 Perşembe

Alaska

Belki de onlar yıldız değil de, kaybettiğimiz sevdiklerimizin cennetten dökülen sevgilerinin ışığıdır...    Eskimo Atasözü

Alaska Amerika kıtasının kuzeybatısında yer alıyor. İdari olarak ABD'ye bağlı ancak ABD'nin herhangi bir eyaleti ile sınırı bulunmuyor. Kanada ile komşu. ABD'den karayolu ile Alaska'ya gitmek için Kanada'ya giriş-çıkış yapılması gerekiyor. Alaska dünyadaki nüfus yoğunluğunun en düşük olduğu yerlerden biri. Yüzölçümü 1,8 km2 nüfusu ise sadece 730 bin. Yani büyüklük olarak Türkiye'nin 2,5 katı ve nüfus olarak Türkiye'nin onda biri. Amerikalılar 1867 yılında 7 milyon dolara Alaska'yı Ruslardan satın almışlar. Ruslar toprak bol diye satmışlar heralde ama çok büyük salaklık etmişler. Hem Kanada ile komşuluğu kaybetmişler hem de ABD ile aralarına Bering Boğazı'nı sokmuşlar..

Alaska'nın pek çoğumuz için çağrıştırdığı şeyler eskimo, buzdan yapılmış eskimo evleri ve Alaska Frigo dondurması ile sınırlı olduğunun farkındayım. Şimdi bunların üzerine yeni birşeyler ekleyeceğim.

Alaska'nın ekonomisi petrol, balıkçılık ve madencilik üzerine kurulu. Dünyadaki en uzun petrol boru hattı burada. Tee Kuzey Buz Denizinden çıkarılan petrol, boru hattı ile koca eyaleti geçiyor ve en güneyde Valdez adındaki küçük bir kasabada büyük gemilere yükleniyor. Alaska eyaletinin plaka işareti de bu boru hattı. Saydıklarım dışında ise turizm çok önemli bir sektör. Alaska’da doğa harikası koylar, dağ manzaraları ve balinadan geyiğe, büyük boz ayıdan tilkiye kadar pek çok vahşi hayvanı görebilmek mümkün. (Alaska'da penguen yok. Penguenler dünyanın sadece Güney Kutbunda yaşar.) Kışları güneşin hiç doğmadığı ve yazları ise hiç batmadığı bu yerde turizm yalnızca yılda 3-4 ay ile sınırlı. Bu nedenle Alaska her yaz pek çok sezonluk işçiyi barındırıyor. Aslında ben de bu sezonluk işçilerden biriydim.. Alaska'yı bitirdikten sonra bunu da anlatacağım.



Alaska'nın başkenti Juneo, ancak en büyük ve merkezi şehri Anchorage. Bugün Anchorage ile ABD'nin herhangi bir küçük şehri arasında hiçbir fark yok. Geniş caddeler, parklar, gökdelenler, üniversiteler, Walmart ve AVMler burayı da Amerikan şehrine çevirmeyi başarmış. Anchorage'ta  vergi oranı düşük olduğu için pek çok enerji, petrol ve lojistik şirketi bulunuyor. Ancak benim gözümde Anchorage Alaska’nın o büyülü dünyasına açılmadan önceki son hazırlık kampı. 150 yıllık geçmişi boyunca pek çok maceracı ve altın arayıcı Alaska’ya geldiğinde önce Anchorage’te durur, eksiklerini tamamlar sonra yola çıkarmış. Bu durum bugün de pek değişmiş değil. Tüm eyaletlerden sabıkalılar, sezonluk iş arayanlar, özünü bulmak veya kendini kaybetmek isteyenler yaz aylarını Alaska’da geçirmeye devam ediyorlar. Kışın ise sadece çok insan bu karanlık eyalette yaşıyor. Kışın Alaska’da küçük kasabaları birbirine bağlayan karayolları yüksekliği 30 metreyi bulan kar nedeniyle kapandığı için ulaşım küçük uçaklarla yapılabiliyor. Ve yine dünyada sadece Alaska’da bu küçük uçakların karayollarına iniş yapabilme izinleri var. Ben Seattle’dan Anchorage’a gelip yerleşmiş biriyle tanışmıştım. Sadece yaz aylarında çalışıyor ve geçimi için yeterli parayı elde edebiliyordu. Kendisine kışları ne yaptığını sordum; “Geçen kış piyano çalmayı öğrendim” dedi. Issız, karanlık ve karlı bir şehirde insan tüm kış boyunca evde başka ne yapabilir ki?


Anchorage’ın geniş, boş ve rüzgarlı caddelerini nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Sadece Alaska’da olmak, sadece bu terkedilmiş şehir görünümlü yerde dolaşmak, koca AVM’de 1 saat dolanıp yalnızca 8 kişi görmek bile buraya gelmek için yeterli bir sebep bence. Bu şehirde rüzgarın haricinde bir ses duymak gerçekten zor. Ve eğer beklediğin biri varsa 5 km öteden çıplak gözle caddenin başından gelişini görmek mümkün.. Anchorage’ta deniz kıyısında bisiklete binebilir, saatlerce güneşin batışını veya Alaska Demiryollarına ait yüzlerce vagonlu trenlerin geçişini izleyebilirsiniz. Klasik Amerikan lokantaları haricinde Uncle Joe’s adında harika bir pizzacı var. Ancak lojistik maliyetinden ötürü yeme-içme Alaska’da diğer eyaletlerden oldukça pahalı.

Alaska’da mutlaka yapılması gerekenler:
  • Kano, rafting, doğa yürüyüşü, dağ tırmanışı, kamp, ATV veya bisiklet turları ile vahşi doğayı görme
  • Balık tutma veya balina görme turlarıyla okyanusu tanıma
  • Kuzey ışıklarını seyir
Alaska boz ayıları insanlarla aynı ortamı paylaşıyor.

Kuzey Işıkları dünyadaki en güzel doğa olayı bence
Okyanusta fok balığı ve balina görmek mümkün

Alaska’da şehirlerarası bir otobanda görebileceğiniz karavanlı araç sayısı karavansız araç sayısından fazladır.

Alaska’da şehir içinde görebileceğiniz silahsız insan sayısı, silahlı insan sayısından azdır.


Alaska Railroad-02


Eskimo
Alaska'da yaklaşık 2 ay kaldım. Sadece 2 tane Eskimo görebildim. Bunlardan birini eğer Alaska’ya giderseniz mutlaka siz de görürsünüz.

                       

Alaska’da gördüğüm ilk Eskimo, yukarıdaki resimde açıkça görüldüğü üzere Alaska Havayolları'nın logosu. Tarihe ve geçmiş kültürlere çoook saygılı Beyaz Adam eskiden bu topraklarda yaşayan ancak tıpkı Kızılderililer gibi neslini kuruttuğu Eskimo'ları unutmamış, gönüllerde yaşattığının bilinmesi için Alaska Havayollarının logosuyla taçlandırmış... Vay bee...
Ne tesadüftür ki, gördüğüm ikinci Eskimo ile de yine Anchorage Havalimanında karşılaştım. Bu seferki logo değil, bildiğin kanlı canlı Eskimo'ydu. Elinde paspas Anchorage Havalimanının yolcu bekleme salonunu temizliyordu.. Adına ister kapitalizm, ister erotizm desinler. İster soykırım ister globalleşme desinler. Hatta eğitimini tamamladığı ABD’nin küresel kalkınma ve demokratikleşmeye ışık tutan bir ülke olduğunu savunan mallar western civilization desinler. Dünya bu kardeşim.. Sömürgecilik ve kölelik bitmedi.. Sadece bütün gün düşünmeden TV izleyenler bittiğini sanıyor.

Alaska’da ne işim vardı?

Üniversitedeyken arkadaşlarımla birlikte Work and Travel programına katılmıştım. O zamanlar gençtim. Seneee, 2003. Bizimki gerçekten hem work hem de travel dolu bir yaz oldu. Aslında ilk olarak İstanbul'dan Florida'ya gittik. Fakat Orlando ve Miami'de düzgün işler bulamadık. Biraz da yeme içme gezme tozma yapınca öğrenci harçlıklarımız suyunu çekti. Alaska'daki arkadaşlarla mailleştiğimizde Alaska’da ücretlerin Florida'dan çok daha yüksek olduğunu ayrıca konaklama ve yemek gibi masrafların da işveren tarafından karşılandığını öğrendik. Basit bir hesapla Florida'da 4 ayda kazanacağımız parayı Alaska'da 1 ayda biriktirebileceğimizi gördük. Çok cesur bir kararla Florida'dan Alaska'ya gitmeye karar verdik. Uçak biletlerini aldığımızda Orlando’dan  Dallas ve Seattle aktarmalı Anchorage yazıyordu ve ben Anchorage'ın neresi olduğunu bilmiyordum. O zamanlar dünya saatlerini gösteren bir kol saatim vardı. Londra, Los Angeles, Tokyo ve Anchorage gibi merak uyandıran şehirlerdeki yerel saati bilebiliyordum. Sadece Anchorage'ın nerede olduğunu bilmiyordum.. Ve bilmediğim bir yere gidiyor olmaktan çok mutluydum. 

Florida’dan Alaska’ya 2 aktarma ile 12 saat süren uçak yolculuğunun sonuna geldiğimizde heyecanımız doruktaydı. Uçak karlı tepelerin ardından Anchorage’a doğru alçalmaya başladığında biraz tedirdin olduk çünkü Florida’nın 40C sıcağından geldiğimiz için yanımızda Alaska’ya uygun hiçbir kıyafet yoktu.. Anchorage havalimanına indiğimizde yerel saat 23.30, gökyüzü aydınlık ve hava 15C idi. İlk iş olarak bizi havalimanından alıp Valdez’e götürecek kişiye ulaşmaya çalıştık ancak cep telefonu olmadığı için başarılı olamadık. Anchorage havalimanında sabahı bekledik. Sabah ilk iş havalimanı polisinin ofisinden bizi almaya gelecek kişinin işyerini aradık. Şanslıydık ki sabah 9.30 gibi Peter’a ulaştık. Peter “Şimdi yola çıkıyorum gelip sizi alacağım.” dedi ve doğru söylemiş olmalı ki yaklaşık 7 saat sonra havalimanına geldi. Çünkü Valdez ile Anchorage arası karayolu ile 6,5 saat sürüyordu. Nerdeyse 20 saat vakit geçirdikten sonra Anchorage havalimanından ayrıldık. Peter bizi ilk olarak şehir merkezinde 2. el giysi satan bir dükkana götürdü. Ben burdan toplam 10 dolara 1 kadife pantalon, 2 kazak ve 1 polar aldım. Bunlar beni Alaska'da 2 ay idare etmeye yetti. 
Road to Valdez from Anchorage
Anchorage’tan Valdez’e giden yol ABD’deki tüm yolların aksine, inişli-çıkışlı, bol virajlı ve zaman zaman da yoğun sis nedeniyle oldukça tehlikeli olabilen bir yoldu. Yolun iki yanında sık orman veya şelale ile kurt, ayı ve geyik gibi vahşi hayvanlar görmek mümkündü. Valdez ise bizim için dünyanın son durağı gibiydi. Havayolu hariç Valdez’e giden sadece tek bir otoyol vardı. Ve Valdez’den ayrılmak için de aynı otoyol kullanılıyordu. Valdez 3 tarafı dağlarla ve kalan 1 tarafı da okyanusla çevrili küçücük bir şehirdi. Tüm Alaska’ya yayılmış canary denilen balık fabrikalarının haricinde birer veya ikişer tane süpermarket, okul, kilise, restoran, kahve dükkanı vardı.. Şehirde bulunan 2 otel ise yazın büyük çoğunluğu hep doluydu. Canary’lerde çalışanlar işverenlerin sunduğu konteynerden bozma evlerde kalıyordu. Bizim bu konteynerlere yerleşmemiz kolay olmadı. Bu nedenle kalabalık bir Türk Work and Travel (öğrenci&işçi) grubu konaklama için değişik loasyonlara dağılmak zorunda kaldı. Kimi kilisede gezgin misyonerlerin yanına, kimi şehrin değişik yerlerinde evinin bir odasını kiralayanların yanına yerleşti. İçinde benim de olduğum maceracı (aynı zamanda parasız) bir grup ise şehrin dışında sayılabilecek bir canary’inin bahçesine çadır kent kurdu.. Yaklaşık 1 hafta çadırda kaldık. Sonra Alaska’da çadırda kalmayı Belgrad ormanlarında piknikle karıştıran bazı arkadaşlarımız çadırkenti çöpkente çevirmeyi başardı. Açık alana atılan çöpler, özellikle koku yayan yiyecek ve içecekler sebebiyle çöplü çadırkentimizi önce fareler, sonra da ayılar ziyaret etti. Ertesi gün ise Valdez belediyesi gelip çadırları kaldırmamızı istedi. Biz de itiraz ettik. Tüm Türkleri toplayıp Valdez belediyesine yürüdük. Canary’nin barakaları açılana kadar çadırkentte kalmak zorunda olduğumuzu söyledik. Valdez gibi İstanbul’un ufacık bir mahallesi büyüklüğündeki bir yerde bu tip bir yürüyüş çok ses getirdi. Yerel basın bizi manşet yaptı.

Fotoğraftaki amelelerin hepsi Türk Work & Travel'cılar
        
Valdez Belediyesi bize tüm eyalette geçerli çadırda kalma kurallarını okudu. Hatırlayabildiklerim arasında, sadece belediyenin çadır kurma alanlarında çadır kurulabileceği, çadırlar arasında en az 4’er metre mesafe olması gerektiği, çadırlarda kalacak kişi sayısının çadırın büyüklüğüyle orantılı olması gerektiği, çadırlarda hiçbir elektrikli alet kullanılamayacağı ve çöplerin çöp tenekelerine atılması gerektiği gibi mantık dolu kurallar vardı.. Biz de sessizce dağıldık. Sonra şansımız yine yolunda gitti ve ertesi gün fabrikanın misafirhane denilen yatakhanesine yerleştik. 1 hafta çadırda kaldıktan sonra ortak banyo ve tuvaleti olan bu yer bize Hilton gibi geldi. Çadırda kaldığımız sürede ise kütüphanenin tuvaletini ve kilisenin duşunu kullandık.

Ben yaklaşık 1,5 ay somon işleyen bir canary’de çalıştım. Fabrikanın limanına hergün somon dolu tekneler yanaşıyordu. Canary’de bu somonların havyarı ayıklayıp, temizlenip dondurulduktan sonra paketlenip Japonya’ya gönderiliyordu. Ayıklama, yıkama, dondurma ve paketleme bölümlerinde çalıştım. En pis olanı ayıklamaydı. Çünkü 3 kiloluk bir dişi somonun havyarını çıkarırken her tarafa balık yağı ve kanı sıçrıyordu. Tekneler yanaştıkça zaman kaybetmeden havyarın ayıklanıp doldurulması gerekiyordu. Aksi halde balık ve havyar bozulabilirdi. Bu nedenle canary’de mesai saati kavramı yoktu. İş somon gelince başlar, ve son havyar dondurulunca biterdi. Tabi ki teknelerin geliş saati de belirsizdi. Bu nedenle 24 saat nöbetçi eczane gibi tekneleri bekler, tekneler geldiğinde de 20 saat hatta 28 saat süren mesailer yapardık. Üretim hattında çalışmak pis olmasına rağmen zevkliydi. Fazla mesailer ekstra dolar demekti. 24 saatlik bir mesai sonunda 200 dolara yakın para kazanıyorduk ve bu yorgunluğa deyiyordu.. 1,5 ayın sonunda ise genç vücutlarımız bu tempoda çalışmaya daha fazla dayanamadı ve 1’er 2’şer hastalanmaya başladık. Yeteri kadar para kazandığımıza karar verip işten ayrıldık. Birkaç gün Valdez’de ve birkaç gün de Anchorage’ta kaldıktan sonra hayatım boyunca unutamayacağım anılarla Alaska’dan ayrıldık..




3 Aralık 2013 Salı

Kuzguncuk


Sigara ve çakmağını aramak için iki elini dizleri yer yapmış, rengi solmuş, paçaları kıvrılmış kadife pantalonun ceplerine soktu. Ceplerini karıştırırken boyasız ayakkabılarına baktı. Bir cebinden sigara paketini diğer cebinden çakmağını çıkarıp yanında sandalyeleri olmayan masanın üzerine bıraktı. Bakımsız sakallarından güçlükle seçilen dudaklarının arasında tuttuğu, bitmek üzere olan sigaradan son bir nefes çekip izmaritini masanın hemen yanına, yol ile kaldırımı birbirinden ayıran ince çizginin üzerine attı. Yavaşça geriye dönüp kırmızı ışıkta bekleyen arabaların arasında oluşan daracık bir boşluktan kısık gözlerle Boğaz’ın mavi sularına küçük bir bakış attı. Bu öyle bir bakıştı ki, sanki denizin orda olup olmadığını kontrol etti. Sigara paketini düşürdüğünü zannedip de aslında gömlek cebinde olduğunu hatırladığında hissettiği samimi memnuniyet gibi rahatlatıyordu O’nu Boğaz’ın kabarık sularını görmek. Halinden mesut bir yüz ifadesiyle önüne döndü. Bu sefer de Kuzguncuk’tan İcadiye’ye doğru uzanan yokuşa şöyle bir baktı. Tıpkı her gün günde beş yüz kez yaptığı gibi.. Herşeyin yolunda olduğundan emin olduktan sonra elini masaya uzattı ve yeni bir sigara yaktı..

Kısa ve hafif kamburlaşmış vücudunda ilerleyen yaşını belli etmeyen tek yeri, hala yaşama sevinciyle parlayan küçük kahverengi gözleriydi. Tek eliyle önce saçsız kafasını, sonra yer yer beyazlayan sakalını ve güneşte kararmış, en çok da küçük gözlerini açıp kalın kaşlarını kaldırıp karşısındakinin anlattıklarını büyük bir ilgiyle dinlerken tik haline getirdiği bu kaş göz hareketleri sebebiyle derin kırışıklıklara yer edinen alnını ovuşturdu.

Uzun yıllar çalışıp didindiği Almanya’dan dönerken yanında getirdiği tek şey olan iyi seviyedeki Almancasıyla karşı kaldırımdaki Rita’ya seslendi. Rita koşar adımlarla caddeyi geçip, kaldırımın kenarındaki taburelerde oturmuş, çay içen bizlerin arasından sıyrılıp Cevdet Abi’nin yanına geldi ve konuşmaya başladı. Cevdet Abi Rita’yı dinlerken kah şaşırmış, kah üzülmüş mimikleri yapıyor ve sık sık da tüm yanaklarını kaplayan sakalıyla gülümsüyordu. Rita belli ki çok da önemli olmayan bir konuyu anlatıyor, anlatırken bir yandan da kocası Fuat’ın fırından çıkıp çıkmadığını gözlüyordu. Kaldırıma bırakılan kuru kedi mamalarını sabahın çok erken saatinde kimse görmeden süpüren çöpçüden şikayet ediyor veya anaokuluna giden küçük kızının soğuk algınlığı sebebiyle birkaç gün evde durduğu müddetçe babaannesine yaptığı yaramazlıklardan bahsediyor olabilirdi...

Bu mahalleye taşınıp Cevdet Abi ile tanıştıktan uzun bir süre boyunca Cevdet Abi’nin de rol yaptığını düşündüm ve buna inandım. Tıpkı her insan gibi O da rol yapıyordu. Hatta bundan emindim. Sadece eski dizilerde gördüğüm bu iyilik timsali insanların sahip olduğu komşu sevgisi denilen duygunun çoktan yeryüzünden silinmiş bir insaniyet örneği olduğu konusunda şüphem yoktu. Ama zamanla, herşeyi abartıyla önemsediğini vurgulayan davranış halinin Cevdet Abi’nin normal hali olmuş olduğunu anladım. Uzun yıllar gurbette yaşamak ve erken yaşta kaybettiği eşi Cevdet Abi’ye yeri doldurulamaz bir yalnızlık çöküntüsü vermişti. Bunu kendisi söylüyordu. Yalnızlık ismini her zaman çökmek fiili ile aynı cümlede kullanırdı. Sık sık “Evde tek başıma kalınca üstüme yalnızlık çöküyor” derdi. 

Ve ben Cevdet Abi kadar yalnızlığı derinden hissetmiş bir adam görmemiş ve çökmek fiili kadar yalnızlığı tokat gibi insanın suratına çarpan bir tasvir duymamıştım. 

Sanki deprem sonrası göçük altında kalmış gibi çaresizlik ve acı ile üzerine çöken yalnızlığın altında ezilen bu adamı tanıdıkça rol yapmadığını, insanlara ve hayata karşı beslediği sevginin ufacık bir oyuktan bir bina enkazına benzettiğim yalnızlık çöküntüsünün içine sızan güneş gibi hayata bağlayan ve yaşama sevinci veren bir his olduğunu öğrendim.

Yıllarca hasret kaldığı Boğaz, O’nun vageçilmezi olmuştu. Boğaz’ın hemen kıyısındaki bu küçük mahallede olan biten herşey  ilgisini çekiyordu. İçinde bu mahalleye ve bu mahallede yaşayan herkese karşı büyük bir sevgi besliyordu. Herkesi seviyor, herşeyle ilgileniyordu. Kedileri çok sevmese de kedileri seven insanları seviyordu..


12 Eylül 2013 Perşembe

Belgrad

Eski, klimasız, yer yer boyaları dökülmüş, çalışırken etrafa gürültü ve egsoz gazı saçan, içindeyken camların pisliğinden dışarıyı görmenin zor olduğu otobüsten, pek çok otobüsün son durağı olan yerde, yani Tuna Nehri tarafından ikiye ayrılan Belgrad’ın “eski şehir” olarak anılan yakasında indim. Üsküdar’a benzettiğim bu yerde karşımda duran elektrik ve telefon telleriyle sarmalanmış gri renkli binalara bakınırken bir el kolumdan tuttu. İlk olarak, tıpkı otobüse bindiğim “yeni şehir” olarak anılan Belgrad’ın nispeten daha düzenli cadde ve sokakları ile sanayi ve finans kurumları ile geçtiğimiz yüzyılın en büyük dahilerinden olan Nikola Tesla’nın adını taşıyan havalimanının bulunduğu yakasındaki ıssız bir cadde üzerindeki otobüs durağında yanıma gelip akordiyon çalarak para isteyen 20’li yaşlardaki esmer erkek çingenenin biraz daha ısrarcı bir akrabası sandım ama değilmiş..

Beyaz saçlı, yaşlılığın verdiği kambur nedeniyle kısa duran ve hiç durmadan tek kelimesini bile anlamadığım Sırpça konuşan yaşlı ve sevimli bir teyzenin, eliyle gösterdiği pazar arabasını yokuş yukarı çekmemi istediğini anladım. Yokuşu bitirdik, caddenin gölge olan tarafına geçtik. Bir süre o önde ben arkada pazar arabasını çekerek yürüdük. Yol boyunca hiç susmadı. Ne anlattığını hiç merak etmedim. Muhtemelen hayırsız oğluyla oğlunu parmağında oynatan gelinini anlatmıştır. Ya da içkici kocasıyla ağrıyan romatizmalı ayaklarından şikayet etmiştir başka ne olacak.. Birkaç sokak yürüdükten sonra birbirimizden gülümseyerek ayrıldık. Teşekkür etti mi bilemiyorum ama bakışlarıyla Allah razı olsun dediğini hissettim.

Dar sokakların arasından geçip şehrin ana caddesine ulaştım. Burası bizim İstiklal Caddesi’nin hemen hemen 1/3’ü uzunluğunda. Yayalaştırılmış yolun iki tarafında komünizmin izlerini taşıyan yüksek, dışı heykel ve pas lekeleriyle dolu binaların alt kaltlarında globalizmin getirdiği Zara, GAP ve Sephoria gibi birkaç mağaza gördüm. Yeme içmenin ucuz olduğu bu şehirde alışveriş Türkiye’den daha pahalı.

Cadde üzerinde cafeler, güneşli Pazar gününün tadını çıkaran insanlarla doluydu. Bu sessiz ve küçük şehirde etrafa coşku veren tek şey sohbet eden insanlardı. Bir süre yürüdükten sonra yol üzerinde kahve ve pastalarıyla Avrupa’da olduğunu hissettiren cafelerden birine oturdum. Biraz dinlendikten sonra Sırbistan Merkez Bankası ile büyükçe bir kilisenin olduğu sokağa girdim. Pazar günü olması sebebiyle kilisenin kalabalığı sokağa taşmıştı. Kalabalığın arasında üstü açık bir Mercedes’e binen gelin ve damadı gördüm.

Gördüğüm kadarıyla Sırplar dış görüşünüş olarak dengeli bir toplum; kızları güzel ve erkekleri yakışıklı, aynı zamanda atletik vücutlular. Ufacık ülkeden bir dolu sporcu çıkmasına şaşmamalı. Belgrad’a “aradığını bulmak” umuduyla gidecek olanlara gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim, hiç şansınız yok. Dediğim gibi dengeli bi toplum olduğu için kendi aralarında gayet mutlular, gözleri dışarıda değil..

Biraz daha yürüyüp caddeyi bitirdim. Pek çok bisikletli ile birlikte trafik ışıklarında bekleyip Tuna Nehri’ni köşeden ve tepeüstünden gören parka girdim. Satıcı ve dilencilerin olmadığı bu huzur dolu parkta bir süre oturdum. Ufak çocuklarını bisiklete bindiren bir babayı, yaşlı annesini gezdiren bir bayanı ve rahmetli dedeme benzeyen mavi gözlü, yüzü kırışıklarla dolu ve takım elbiseli bir adamı bir süre uzaktan izledim. Osmanlı’nın izlerini taşıyan bu güzel şehirde belki benim de göçmen olan dedemin atalarının yaşamış olabileceğini düşündüm. Bu düşünce benim bu şehre biraz daha ısınmamı sağladı..

Havanın kararmaya başladığı saatlerde arkadaşlarımla buluştum. Şehir merkezinin iki sokak arkasında yer alan taverna benzeri restoranların yer aldığı arnavut kaldırımlı sokağa doğru yürüdük. Aynı bizim Fransız Sokağı’na benzeyen bu yerde, hemen her restoranın önüne konulmuş masalarda oturan insanlar ve ud, akordiyon ve trompet çalarak bahşiş toplamaya çalışan müzisyenler vardı.. Porsiyonların Amerika’dakilerden bile daha büyük olduğu bu ülkede akşam yemeklerinin neden uzun sürdüğünü anlamak zor değil; yemesi uzun sürüyor..

Tuna Nehri’nin serin havasının tarihi binaların avlularında dolaştığı bu sokaklarda her gece göğe yükselen Balkan müziğinin iniş ve çıkışlarla dolu ezgilerini dinlemek bana çok iyi geldi. Bir kez daha Belgrad’ta bulunmaktan memnun olduğumu hissettim...


Belgrad’a neden gidilir?
Ben bu sorunun yanıtını gerçekten çok düşündüm. Parkta otururken, yemek yerken ve müzik dinlerken düşündüm ve sonunda buldum. Buraya ancak kaçamak için gelinir. Alıcan sevgilini, karını veya metresini her neyse işte, gözlerden uzak dolaşayım, kimse rahatsız etmeden başbaşa kalayım dersen burası tam yeri.. Vizesiz seyahat edilebilmesi de ayrı bir artı tabi ki.. Belgrad’ta dikkat edilecek tek konu taksi şoförleri. İbneler gündüz vakti gece tarifesi açıyorlar, tanıdık geldi mi?











Selamlar Tetiana, Yuriy ve Denis...

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Story of Albert Morris


It was a warm and sunny summer day in Valdez, a small town in Alaska. I was fishing on the dock by myself. Honestly, I was busy watching the whole, wild and fabulous view of Alaska, more than the fishes. There wasn’t anyone or anything on the dock except a forgotten bucket and a camp chair. After a while I heard beep-beeps of a vehicle’s rear transmission. I looked back and saw an adorable RV was parking next to the dock. “Retired and Gone Fishing” articles suddenly appeared before my eyes on the back of the RV which made me smile. But this smile suddenly changed in to a big surprise on my face and “Ohh my God!” the words slipped unconsciously from my lips when I saw the plate number of the RV. It had come from Florida. But how long does it take to drive from Florida to Alaska? Actually this was my second question to the old, retired and mysterious driver of the RV.

He got out of the vehicle and walked to his camp chair with short steps a fishing line in his hand. The sun light was making him squint but he was trying to keep them open to watch his steps on the wet, wooden dock. Irresistibly this made him look older than he was cause of the deep and shadow filled wrinkles on his face. He walked towards to his camp chair, checked the bucket and began to prepare his fishing line. I don’t remember how many minutes I impatiently waited to talk with him.  I showed him the fish on my line and asked if he knew the name of it. Both of us observed, this was a “starting conversation” question and both of us were glad to start a conversation. He did not even look at the fish, tenderly looked ,in to my eyes and answered "Pink Salmon".

He was 75 (triple my age) and both his body and his speech were proof of that. His hands were rough and his white skin had gone darker, later I learned the reason, when he was a young man he had worked in the orange fields of Florida all day long maybe 40C degree and above, and 90% humidity, for only 5 dollars a day. He was a little bit surprised, however glad, to know about my 5 dollars per hour salaried job in Florida, when I told him. While we were fishing; lots of clouds passed over head, the sky changed color many times, a few poor salmon has ended their lives in a bucket, dock turned to dry and the sun kept its place above us as it always does, all summer long in Alaska. We talked about money and needs. We talked about the places where we grew up. And soon we talked about the reasons that made us come fishing alone.

Eight years ago, when I completed my marketing workshop at the University of Central Florida; I was looking for more. After a couple days I found myself on a long road trip with a pack of my colleagues in Alaska and had caught the chance to meet Albert Morris and listen to his fifteen days long driving story from Florida to Alaska from the horse's mouth.

Valdez Harbour, Alaska