12 Eylül 2013 Perşembe

Belgrad

Eski, klimasız, yer yer boyaları dökülmüş, çalışırken etrafa gürültü ve egsoz gazı saçan, içindeyken camların pisliğinden dışarıyı görmenin zor olduğu otobüsten, pek çok otobüsün son durağı olan yerde, yani Tuna Nehri tarafından ikiye ayrılan Belgrad’ın “eski şehir” olarak anılan yakasında indim. Üsküdar’a benzettiğim bu yerde karşımda duran elektrik ve telefon telleriyle sarmalanmış gri renkli binalara bakınırken bir el kolumdan tuttu. İlk olarak, tıpkı otobüse bindiğim “yeni şehir” olarak anılan Belgrad’ın nispeten daha düzenli cadde ve sokakları ile sanayi ve finans kurumları ile geçtiğimiz yüzyılın en büyük dahilerinden olan Nikola Tesla’nın adını taşıyan havalimanının bulunduğu yakasındaki ıssız bir cadde üzerindeki otobüs durağında yanıma gelip akordiyon çalarak para isteyen 20’li yaşlardaki esmer erkek çingenenin biraz daha ısrarcı bir akrabası sandım ama değilmiş..

Beyaz saçlı, yaşlılığın verdiği kambur nedeniyle kısa duran ve hiç durmadan tek kelimesini bile anlamadığım Sırpça konuşan yaşlı ve sevimli bir teyzenin, eliyle gösterdiği pazar arabasını yokuş yukarı çekmemi istediğini anladım. Yokuşu bitirdik, caddenin gölge olan tarafına geçtik. Bir süre o önde ben arkada pazar arabasını çekerek yürüdük. Yol boyunca hiç susmadı. Ne anlattığını hiç merak etmedim. Muhtemelen hayırsız oğluyla oğlunu parmağında oynatan gelinini anlatmıştır. Ya da içkici kocasıyla ağrıyan romatizmalı ayaklarından şikayet etmiştir başka ne olacak.. Birkaç sokak yürüdükten sonra birbirimizden gülümseyerek ayrıldık. Teşekkür etti mi bilemiyorum ama bakışlarıyla Allah razı olsun dediğini hissettim.

Dar sokakların arasından geçip şehrin ana caddesine ulaştım. Burası bizim İstiklal Caddesi’nin hemen hemen 1/3’ü uzunluğunda. Yayalaştırılmış yolun iki tarafında komünizmin izlerini taşıyan yüksek, dışı heykel ve pas lekeleriyle dolu binaların alt kaltlarında globalizmin getirdiği Zara, GAP ve Sephoria gibi birkaç mağaza gördüm. Yeme içmenin ucuz olduğu bu şehirde alışveriş Türkiye’den daha pahalı.

Cadde üzerinde cafeler, güneşli Pazar gününün tadını çıkaran insanlarla doluydu. Bu sessiz ve küçük şehirde etrafa coşku veren tek şey sohbet eden insanlardı. Bir süre yürüdükten sonra yol üzerinde kahve ve pastalarıyla Avrupa’da olduğunu hissettiren cafelerden birine oturdum. Biraz dinlendikten sonra Sırbistan Merkez Bankası ile büyükçe bir kilisenin olduğu sokağa girdim. Pazar günü olması sebebiyle kilisenin kalabalığı sokağa taşmıştı. Kalabalığın arasında üstü açık bir Mercedes’e binen gelin ve damadı gördüm.

Gördüğüm kadarıyla Sırplar dış görüşünüş olarak dengeli bir toplum; kızları güzel ve erkekleri yakışıklı, aynı zamanda atletik vücutlular. Ufacık ülkeden bir dolu sporcu çıkmasına şaşmamalı. Belgrad’a “aradığını bulmak” umuduyla gidecek olanlara gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim, hiç şansınız yok. Dediğim gibi dengeli bi toplum olduğu için kendi aralarında gayet mutlular, gözleri dışarıda değil..

Biraz daha yürüyüp caddeyi bitirdim. Pek çok bisikletli ile birlikte trafik ışıklarında bekleyip Tuna Nehri’ni köşeden ve tepeüstünden gören parka girdim. Satıcı ve dilencilerin olmadığı bu huzur dolu parkta bir süre oturdum. Ufak çocuklarını bisiklete bindiren bir babayı, yaşlı annesini gezdiren bir bayanı ve rahmetli dedeme benzeyen mavi gözlü, yüzü kırışıklarla dolu ve takım elbiseli bir adamı bir süre uzaktan izledim. Osmanlı’nın izlerini taşıyan bu güzel şehirde belki benim de göçmen olan dedemin atalarının yaşamış olabileceğini düşündüm. Bu düşünce benim bu şehre biraz daha ısınmamı sağladı..

Havanın kararmaya başladığı saatlerde arkadaşlarımla buluştum. Şehir merkezinin iki sokak arkasında yer alan taverna benzeri restoranların yer aldığı arnavut kaldırımlı sokağa doğru yürüdük. Aynı bizim Fransız Sokağı’na benzeyen bu yerde, hemen her restoranın önüne konulmuş masalarda oturan insanlar ve ud, akordiyon ve trompet çalarak bahşiş toplamaya çalışan müzisyenler vardı.. Porsiyonların Amerika’dakilerden bile daha büyük olduğu bu ülkede akşam yemeklerinin neden uzun sürdüğünü anlamak zor değil; yemesi uzun sürüyor..

Tuna Nehri’nin serin havasının tarihi binaların avlularında dolaştığı bu sokaklarda her gece göğe yükselen Balkan müziğinin iniş ve çıkışlarla dolu ezgilerini dinlemek bana çok iyi geldi. Bir kez daha Belgrad’ta bulunmaktan memnun olduğumu hissettim...


Belgrad’a neden gidilir?
Ben bu sorunun yanıtını gerçekten çok düşündüm. Parkta otururken, yemek yerken ve müzik dinlerken düşündüm ve sonunda buldum. Buraya ancak kaçamak için gelinir. Alıcan sevgilini, karını veya metresini her neyse işte, gözlerden uzak dolaşayım, kimse rahatsız etmeden başbaşa kalayım dersen burası tam yeri.. Vizesiz seyahat edilebilmesi de ayrı bir artı tabi ki.. Belgrad’ta dikkat edilecek tek konu taksi şoförleri. İbneler gündüz vakti gece tarifesi açıyorlar, tanıdık geldi mi?











Selamlar Tetiana, Yuriy ve Denis...

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Story of Albert Morris


It was a warm and sunny summer day in Valdez, a small town in Alaska. I was fishing on the dock by myself. Honestly, I was busy watching the whole, wild and fabulous view of Alaska, more than the fishes. There wasn’t anyone or anything on the dock except a forgotten bucket and a camp chair. After a while I heard beep-beeps of a vehicle’s rear transmission. I looked back and saw an adorable RV was parking next to the dock. “Retired and Gone Fishing” articles suddenly appeared before my eyes on the back of the RV which made me smile. But this smile suddenly changed in to a big surprise on my face and “Ohh my God!” the words slipped unconsciously from my lips when I saw the plate number of the RV. It had come from Florida. But how long does it take to drive from Florida to Alaska? Actually this was my second question to the old, retired and mysterious driver of the RV.

He got out of the vehicle and walked to his camp chair with short steps a fishing line in his hand. The sun light was making him squint but he was trying to keep them open to watch his steps on the wet, wooden dock. Irresistibly this made him look older than he was cause of the deep and shadow filled wrinkles on his face. He walked towards to his camp chair, checked the bucket and began to prepare his fishing line. I don’t remember how many minutes I impatiently waited to talk with him.  I showed him the fish on my line and asked if he knew the name of it. Both of us observed, this was a “starting conversation” question and both of us were glad to start a conversation. He did not even look at the fish, tenderly looked ,in to my eyes and answered "Pink Salmon".

He was 75 (triple my age) and both his body and his speech were proof of that. His hands were rough and his white skin had gone darker, later I learned the reason, when he was a young man he had worked in the orange fields of Florida all day long maybe 40C degree and above, and 90% humidity, for only 5 dollars a day. He was a little bit surprised, however glad, to know about my 5 dollars per hour salaried job in Florida, when I told him. While we were fishing; lots of clouds passed over head, the sky changed color many times, a few poor salmon has ended their lives in a bucket, dock turned to dry and the sun kept its place above us as it always does, all summer long in Alaska. We talked about money and needs. We talked about the places where we grew up. And soon we talked about the reasons that made us come fishing alone.

Eight years ago, when I completed my marketing workshop at the University of Central Florida; I was looking for more. After a couple days I found myself on a long road trip with a pack of my colleagues in Alaska and had caught the chance to meet Albert Morris and listen to his fifteen days long driving story from Florida to Alaska from the horse's mouth.

Valdez Harbour, Alaska

1 Mart 2012 Perşembe

Havana Purosu

Dünyanın en iyi puro tütünü, Karayip Denizinin ortasında tropik iklimin hüküm sürdüğü bir ada devleti olan Küba'nın başkenti Havana adı ile anılır.

Nasıl puro alınır? 2 tür Havana purosu vardır; kaliteli ve kalitesiz olanlar. Kaliteli olanlar sosyalist devlet üretimi altında satılan tüm dünyada tanınan markalardır. Kalitesiz olanlar ise çeşitli yerlerde üretilen, karaborsada satılan markasız ucuz ürünlerdir. Havana'da çok ucuza aldığınızı düşündüğünüz bir puro ise muhtemelen muz ağacı yapraklarının arasına karıştırılmış bir kaç tutam marihuanadır. (Marihuana puronun yanında o kadar ucuz ki, sahte ve ucuz puro yapımında kullanılıyor.) Kaliteli puro markaları ile devam edelim; çok kolay; sadece 3 tane kaliteli Havana purosu markası vardır: 
1. Cohiba 2. Romeo & Julieta 3. Monte Cristo

1.COHIBA














"Kohiva" diye okunur. Şekli şemali budur. Dünyanın en iyi purosudur. Başta Fidel Castro ve Hugo Chavez olmak üzere dünyada puro içen bütün devlet başkanları sadece bu puroyu içer. Puro içmeyi bilenler için ikame edilemeyecek bir tattır. Farklı boyları ve farklı tütün yapraklarından sarılan, bekletilen, bekletilmeyen türleri mevcuttur. İlk satırda da yazdığım gibi dünyanın en iyi purosudur; boru değildir. Etrafınızda Küba'ya gideceğinizi öğrenenlerin "Abiii, bana Küba'dan puro getirsene beee" cümlelerine asla muhatap değildir. Küba'ya uygulanan ambargodan ötürü ABD tarafından birçok ülkeye giriş çıkışı yasaklanan bir maldır. En ucuzu 45 usd'dir. Bilmem ne kadar zamanda bir, tütün bitkisini dölleyen arının değdiği tomurcuktan yapılanı, 500 usd'yi geçeni vardır. Rivayete göre Avrupalı zenginlerin Cohiba siparişleri havaalanında çelik kasalarda saklanmaktadır.Her koşul altında 25 cm'lik bir Cohiba, Havana'nın Eyfel Kulesidir. Ülkenin şanı şöhreti herşeyidir.

2. ROMEO & JULIETA



















Ne kadar da duygusal değil mi? Bir puro markası için bundan daha güzel bir isim olabilir mi? Romeo ve Julyet'in aşkı gibi tutku ve şehvet doludur. Puro içerken hissedilen duygular içinde aşkı bundan daha güzel ne anlatabilir? Romeo & Julieta dünyanın en iyi 2. purosudur. Tadı ve içimi Cohiba ve Monte Cristo'dan farklıdır. Daha çok "puro değil gibi"dir. Puro içmeyenler ve sigara içenlerin en çok tercih ettiği markadır. Sert bir Küba kahvesinin yanında alınacak en güzel tattır. İçimi hayatı daha güzel yapan bir his uyandırır. Romeo & Julieta hafif puro tütününün yanında eşsiz aroması ile puro içmeyi bilen bir bünyede, 20 yıllık evli bir erkeğin beyninin eşini ilk kez aldattığında salgılayacağı kadar endorfin salgılamasına neden olur.

3. Monte Cristo
























Monte Cristo dünyanın en kaliteli 3. purosudur. Arasıra puro içenler Cohiba içer, hergün puro içenler Monte Cristo içer. Dünyanın en kaliteli purosu ile en kaliteli 3. purosu arasında çok küçük bir tad farkı, çok büyük bir fiyat farkı vardır. Monte Cristo daha sosyalisttir. Küba devriminin öncüsü Che Guevara'nın içtiği markadır. Dolayısıyla turizmden ve ithalattan daha çok puro tiryakilerine hitap eden bir üründür. Karizmadır. Logosunda bulunan 6 adet kılıç kadar keskin ve sert bir tada sahiptir. Puro içmesini bilen bir bünyede, arabadan anlamayan zenginlerin aldığı Porsche Carrera'yı, 1/4 fiyatına satılan Subaru Impreza WRX STI ile sollayan bir şöförün hislerini çağrıştırır.

Rom nedir? Nasıl içilir?


İspanyolcası Ron, İngilizcesi Rum, Türkçe adıyla rom, şeker kamışının mayalanmasıyla yapılan bir içkidir. 'Rum' adı, 16. yüzyılda Karayip Adalarında yaşayan yerlilerin kullandığı dilde 'içecek' anlamına gelen 'rumbullion' sözcüğünün kısaltılmış şeklidir. Bu tropikal içki asırlar boyu, Küba, Porto Riko, Martinik, Jamaika, Barbados ve Guyana'da üretilmiştir.

Günümüzde en çok tanınan rom olan Bacardi ilk kez 1862'de emekli bir korsan olan Don Bacardy Maso tarafından Küba'da üretilmiştir. Fakat bundan yaklaşık 100 sene sonra, 1960 Küba devriminden hemen sonra ABD uzun süren hukuk savaşları neticesinde Bacardi'nin marka hakkını kazanmış ve Bacardi'nin üretim hakkını elde etmiş, hemen sonrasında da neredeyse Coca Cola kadar bilinen bir marka ününe kavuşmasını sağlamıştır.Bacardi en çok satılan rom olmasına rağmen dünyanın en iyi romu mu? Bence değil. Çünkü dünyanın en iyi romu ve dolayısıyla dünyanın en iyi şekerkamışı bitkileri Küba'nın güneydoğusunda, Santiago de Cuba şehrini çevreleyen dağların arasında kalan platolarda yetişmektedir. Zaten emekli korsan Don Bacardy Amcamızın da bütün Karayip Adaları içerisinde Santiago de Cuba'yı seçmesi tesadüf değildir.Burdan hareketle rom çeşitlerini ve Küba'da üretilen dünyanın en iyi romlarını tanıyalım.Romlar üretim sürelerine göre sınıflandırılır:
  1. 1-3 yıllık romlar: Su renginde, sert alkol kokulu, sek içilmez.
  2. 3-8 yıllık romlar: Çamurlu su renginde, aromalı, kaliteli bir kokteylin kalbini oluşturur, sek de içilebilir.
  3. 8-12 yıllık romlar: Toprak renginde, bal kadar tatlı, sek içilir.
Küba'da üretilen ve satılan onlarca çeşit ve marka rom olmasına rağmen, üretimi ve satışı sosyalist devlet tarafından sağlanan en iyi 3 rom markasını sıralayalım.
  1. Havana Club
  2. Legendario
  3. Santiago

Havana Club











Hepimizin tanıyıp sevdiği, en popüler Küba romu markasıdır. Küba'nın en iyi 3. romudur. Yukarıdaki resimde anlatılmak istendiği üzere Havana Club rom, üretim süresine göre soldan sağa doğru sıralanmış ve aynı sıraya uygun olarak da mojito, cubalibre ve sek olarak sunulmuştur.1-3 yıllık sek rom'un tadı en az tekel votkası kadar sert ve alkol kokusu oldukça yoğundur. İçindeki şeker tadını ortaya çıkarmak için bol şekerli ve limonlu bir mojito gayet uygundur

Legendario











Küba'nın en iyi 2.romudur. 8 yıllık Legendario tadını ve aromasını kaybetmeden tüm şekerli kokteyllerde rahatlıkla kullanılabilir. Rakıyı sek içenler ve tekila shot severler ve tabiiki rom tutkunları rahatlıkla sek içebilir. Alkol oranı yüksektir.


Santiago

















Santiago rom, adını Küba'nın doğusunda şeker kamışı ve doğal maden suları ile tanınan şehirden alır. 12 yıllık Santiago, dünyanın en iyi romudur. Bir yudum 12 yıllık Santiago romunda; Santiago de Cuba şehrinin kokusunu, tadını ve güzelliğini tadarsınız. Karayiplerin rüzgarını, denizini, kumunu hissedersiniz. Dünyevi zevklerin şişelenmiş halidir. Oda sıcaklığında sek içilir. Sek viskiye alışık bir bünyede ballı süt etkisi yaratır. Ben 12 yıllık Santiago rom ile sarhoş olup sızdığım gecelerde hep çok güzel rüyalar gördüm. (Sayısal Loto'da 6 bildim, Lamborghini kullandım ve Liv Tyler ile öpüştüm.) Tadı oldukça şekerli ve sert, alkol oranı normal, rengi kilsiz toprak gibidir. Umuyorum siz de birgün içer ve bu yazıyı abartmadan yazdığımı anlarsınız.

Romlu Kokteyller:

  • Mojito: İspanyolca misket limon (lime) ve ıslak kelimelerinin birleşmesinden türeyen bir sözcüktür. Şeker kamışı suyu, misket limon, taze nane, soda ve romdan yapılır. Ünlü yazar Ernest Hemingway'in Küba'da bir barın duvarına "burda mojito için" yazmasını sağlayacak kadar güzel ve sağlıklı bir yaz içkisidir.
  • Cubalibre: Kelime anlamı "Yaşasın Küba!" dır. Bildiğiniz Bacardi+Cola'nın Küba'daki adıdır. Yazının başında da yazdığım gibi ABD bu içkiyi Küba'dan çalarken, bu ünlü kokteylin adını çalamayacağı için (1960 devrimi sonrası ABD'de bir bara gidip Yaşasın Küba! istiyorum denmemesi sebebiyle olsa gerek) bu kokteylin adını öğrenmemişiz. 1900'lü yılların başında kola içen İngilizler askerleri ile rom içen Kübalıların karşılaşmaları ve içkilerini karıştırmaları sonucu ortaya çıkmıştır. (Aynı yıllarda ayran içen Türkler ve bira içen Almanlar da karşılaşmış, lakin ortaya bu tarz bir sonuç çıkmamıştır.)
  • Pinecolada: İspanyolca ananas ve tatlı su kelimelerinin birleşmesinden türemiştir. Ananas, hindistan cevizi ve romun köpürünceye kadar karıştırılmasıyla yapılan egzotik, hafif bir yaz kokteyllidir. Bütün Latin Amerika ülkelerinde yapılmaktadır. Kırık buz ilave edilip soğuk olarak afiyetçe içilir.
Tomruk'un Seyir Defterinden...Temmuz 2009 Küba.


Ben yaptım, nası olmuş?

Yazarın Notu:Nisan 2013 itibariyle bu blogum en çok okunan blog olmuş, hoşuma gitti, mutlu oldum :)Okurlara teşekkür mahiyetinde yeni, kolay ve harika bir pinecolada tarifim var, hemen paylaşıyorum, mutlaka deneyin, bu senenin en popüler içeceği olacağına inanıyorum.Malzemeler ve Tarif: 1 ölçek süt, 1 ölçek Malibu (klasik olandan hindistan cevizli) ve 1,5 ölçek ananas suyuna 3 küp buz ekleyip shaker'da (yoksa kavanoz da olur) 1 dakika boyunca kuvvetli çalkala! Hayatımda gördüğüm en başarılı "çakma" pinecolada tarifi budur! Tadı, aroması ve köpüğü ile kendinizi Karayipler'lerde hissetmezseniz ben de burdayım!