3 Aralık 2013 Salı

Kuzguncuk


Sigara ve çakmağını aramak için iki elini dizleri yer yapmış, rengi solmuş, paçaları kıvrılmış kadife pantalonun ceplerine soktu. Ceplerini karıştırırken boyasız ayakkabılarına baktı. Bir cebinden sigara paketini diğer cebinden çakmağını çıkarıp yanında sandalyeleri olmayan masanın üzerine bıraktı. Bakımsız sakallarından güçlükle seçilen dudaklarının arasında tuttuğu, bitmek üzere olan sigaradan son bir nefes çekip izmaritini masanın hemen yanına, yol ile kaldırımı birbirinden ayıran ince çizginin üzerine attı. Yavaşça geriye dönüp kırmızı ışıkta bekleyen arabaların arasında oluşan daracık bir boşluktan kısık gözlerle Boğaz’ın mavi sularına küçük bir bakış attı. Bu öyle bir bakıştı ki, sanki denizin orda olup olmadığını kontrol etti. Sigara paketini düşürdüğünü zannedip de aslında gömlek cebinde olduğunu hatırladığında hissettiği samimi memnuniyet gibi rahatlatıyordu O’nu Boğaz’ın kabarık sularını görmek. Halinden mesut bir yüz ifadesiyle önüne döndü. Bu sefer de Kuzguncuk’tan İcadiye’ye doğru uzanan yokuşa şöyle bir baktı. Tıpkı her gün günde beş yüz kez yaptığı gibi.. Herşeyin yolunda olduğundan emin olduktan sonra elini masaya uzattı ve yeni bir sigara yaktı..

Kısa ve hafif kamburlaşmış vücudunda ilerleyen yaşını belli etmeyen tek yeri, hala yaşama sevinciyle parlayan küçük kahverengi gözleriydi. Tek eliyle önce saçsız kafasını, sonra yer yer beyazlayan sakalını ve güneşte kararmış, en çok da küçük gözlerini açıp kalın kaşlarını kaldırıp karşısındakinin anlattıklarını büyük bir ilgiyle dinlerken tik haline getirdiği bu kaş göz hareketleri sebebiyle derin kırışıklıklara yer edinen alnını ovuşturdu.

Uzun yıllar çalışıp didindiği Almanya’dan dönerken yanında getirdiği tek şey olan iyi seviyedeki Almancasıyla karşı kaldırımdaki Rita’ya seslendi. Rita koşar adımlarla caddeyi geçip, kaldırımın kenarındaki taburelerde oturmuş, çay içen bizlerin arasından sıyrılıp Cevdet Abi’nin yanına geldi ve konuşmaya başladı. Cevdet Abi Rita’yı dinlerken kah şaşırmış, kah üzülmüş mimikleri yapıyor ve sık sık da tüm yanaklarını kaplayan sakalıyla gülümsüyordu. Rita belli ki çok da önemli olmayan bir konuyu anlatıyor, anlatırken bir yandan da kocası Fuat’ın fırından çıkıp çıkmadığını gözlüyordu. Kaldırıma bırakılan kuru kedi mamalarını sabahın çok erken saatinde kimse görmeden süpüren çöpçüden şikayet ediyor veya anaokuluna giden küçük kızının soğuk algınlığı sebebiyle birkaç gün evde durduğu müddetçe babaannesine yaptığı yaramazlıklardan bahsediyor olabilirdi...

Bu mahalleye taşınıp Cevdet Abi ile tanıştıktan uzun bir süre boyunca Cevdet Abi’nin de rol yaptığını düşündüm ve buna inandım. Tıpkı her insan gibi O da rol yapıyordu. Hatta bundan emindim. Sadece eski dizilerde gördüğüm bu iyilik timsali insanların sahip olduğu komşu sevgisi denilen duygunun çoktan yeryüzünden silinmiş bir insaniyet örneği olduğu konusunda şüphem yoktu. Ama zamanla, herşeyi abartıyla önemsediğini vurgulayan davranış halinin Cevdet Abi’nin normal hali olmuş olduğunu anladım. Uzun yıllar gurbette yaşamak ve erken yaşta kaybettiği eşi Cevdet Abi’ye yeri doldurulamaz bir yalnızlık çöküntüsü vermişti. Bunu kendisi söylüyordu. Yalnızlık ismini her zaman çökmek fiili ile aynı cümlede kullanırdı. Sık sık “Evde tek başıma kalınca üstüme yalnızlık çöküyor” derdi. 

Ve ben Cevdet Abi kadar yalnızlığı derinden hissetmiş bir adam görmemiş ve çökmek fiili kadar yalnızlığı tokat gibi insanın suratına çarpan bir tasvir duymamıştım. 

Sanki deprem sonrası göçük altında kalmış gibi çaresizlik ve acı ile üzerine çöken yalnızlığın altında ezilen bu adamı tanıdıkça rol yapmadığını, insanlara ve hayata karşı beslediği sevginin ufacık bir oyuktan bir bina enkazına benzettiğim yalnızlık çöküntüsünün içine sızan güneş gibi hayata bağlayan ve yaşama sevinci veren bir his olduğunu öğrendim.

Yıllarca hasret kaldığı Boğaz, O’nun vageçilmezi olmuştu. Boğaz’ın hemen kıyısındaki bu küçük mahallede olan biten herşey  ilgisini çekiyordu. İçinde bu mahalleye ve bu mahallede yaşayan herkese karşı büyük bir sevgi besliyordu. Herkesi seviyor, herşeyle ilgileniyordu. Kedileri çok sevmese de kedileri seven insanları seviyordu..


12 Eylül 2013 Perşembe

Belgrad

Eski, klimasız, yer yer boyaları dökülmüş, çalışırken etrafa gürültü ve egsoz gazı saçan, içindeyken camların pisliğinden dışarıyı görmenin zor olduğu otobüsten, pek çok otobüsün son durağı olan yerde, yani Tuna Nehri tarafından ikiye ayrılan Belgrad’ın “eski şehir” olarak anılan yakasında indim. Üsküdar’a benzettiğim bu yerde karşımda duran elektrik ve telefon telleriyle sarmalanmış gri renkli binalara bakınırken bir el kolumdan tuttu. İlk olarak, tıpkı otobüse bindiğim “yeni şehir” olarak anılan Belgrad’ın nispeten daha düzenli cadde ve sokakları ile sanayi ve finans kurumları ile geçtiğimiz yüzyılın en büyük dahilerinden olan Nikola Tesla’nın adını taşıyan havalimanının bulunduğu yakasındaki ıssız bir cadde üzerindeki otobüs durağında yanıma gelip akordiyon çalarak para isteyen 20’li yaşlardaki esmer erkek çingenenin biraz daha ısrarcı bir akrabası sandım ama değilmiş..

Beyaz saçlı, yaşlılığın verdiği kambur nedeniyle kısa duran ve hiç durmadan tek kelimesini bile anlamadığım Sırpça konuşan yaşlı ve sevimli bir teyzenin, eliyle gösterdiği pazar arabasını yokuş yukarı çekmemi istediğini anladım. Yokuşu bitirdik, caddenin gölge olan tarafına geçtik. Bir süre o önde ben arkada pazar arabasını çekerek yürüdük. Yol boyunca hiç susmadı. Ne anlattığını hiç merak etmedim. Muhtemelen hayırsız oğluyla oğlunu parmağında oynatan gelinini anlatmıştır. Ya da içkici kocasıyla ağrıyan romatizmalı ayaklarından şikayet etmiştir başka ne olacak.. Birkaç sokak yürüdükten sonra birbirimizden gülümseyerek ayrıldık. Teşekkür etti mi bilemiyorum ama bakışlarıyla Allah razı olsun dediğini hissettim.

Dar sokakların arasından geçip şehrin ana caddesine ulaştım. Burası bizim İstiklal Caddesi’nin hemen hemen 1/3’ü uzunluğunda. Yayalaştırılmış yolun iki tarafında komünizmin izlerini taşıyan yüksek, dışı heykel ve pas lekeleriyle dolu binaların alt kaltlarında globalizmin getirdiği Zara, GAP ve Sephoria gibi birkaç mağaza gördüm. Yeme içmenin ucuz olduğu bu şehirde alışveriş Türkiye’den daha pahalı.

Cadde üzerinde cafeler, güneşli Pazar gününün tadını çıkaran insanlarla doluydu. Bu sessiz ve küçük şehirde etrafa coşku veren tek şey sohbet eden insanlardı. Bir süre yürüdükten sonra yol üzerinde kahve ve pastalarıyla Avrupa’da olduğunu hissettiren cafelerden birine oturdum. Biraz dinlendikten sonra Sırbistan Merkez Bankası ile büyükçe bir kilisenin olduğu sokağa girdim. Pazar günü olması sebebiyle kilisenin kalabalığı sokağa taşmıştı. Kalabalığın arasında üstü açık bir Mercedes’e binen gelin ve damadı gördüm.

Gördüğüm kadarıyla Sırplar dış görüşünüş olarak dengeli bir toplum; kızları güzel ve erkekleri yakışıklı, aynı zamanda atletik vücutlular. Ufacık ülkeden bir dolu sporcu çıkmasına şaşmamalı. Belgrad’a “aradığını bulmak” umuduyla gidecek olanlara gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim, hiç şansınız yok. Dediğim gibi dengeli bi toplum olduğu için kendi aralarında gayet mutlular, gözleri dışarıda değil..

Biraz daha yürüyüp caddeyi bitirdim. Pek çok bisikletli ile birlikte trafik ışıklarında bekleyip Tuna Nehri’ni köşeden ve tepeüstünden gören parka girdim. Satıcı ve dilencilerin olmadığı bu huzur dolu parkta bir süre oturdum. Ufak çocuklarını bisiklete bindiren bir babayı, yaşlı annesini gezdiren bir bayanı ve rahmetli dedeme benzeyen mavi gözlü, yüzü kırışıklarla dolu ve takım elbiseli bir adamı bir süre uzaktan izledim. Osmanlı’nın izlerini taşıyan bu güzel şehirde belki benim de göçmen olan dedemin atalarının yaşamış olabileceğini düşündüm. Bu düşünce benim bu şehre biraz daha ısınmamı sağladı..

Havanın kararmaya başladığı saatlerde arkadaşlarımla buluştum. Şehir merkezinin iki sokak arkasında yer alan taverna benzeri restoranların yer aldığı arnavut kaldırımlı sokağa doğru yürüdük. Aynı bizim Fransız Sokağı’na benzeyen bu yerde, hemen her restoranın önüne konulmuş masalarda oturan insanlar ve ud, akordiyon ve trompet çalarak bahşiş toplamaya çalışan müzisyenler vardı.. Porsiyonların Amerika’dakilerden bile daha büyük olduğu bu ülkede akşam yemeklerinin neden uzun sürdüğünü anlamak zor değil; yemesi uzun sürüyor..

Tuna Nehri’nin serin havasının tarihi binaların avlularında dolaştığı bu sokaklarda her gece göğe yükselen Balkan müziğinin iniş ve çıkışlarla dolu ezgilerini dinlemek bana çok iyi geldi. Bir kez daha Belgrad’ta bulunmaktan memnun olduğumu hissettim...


Belgrad’a neden gidilir?
Ben bu sorunun yanıtını gerçekten çok düşündüm. Parkta otururken, yemek yerken ve müzik dinlerken düşündüm ve sonunda buldum. Buraya ancak kaçamak için gelinir. Alıcan sevgilini, karını veya metresini her neyse işte, gözlerden uzak dolaşayım, kimse rahatsız etmeden başbaşa kalayım dersen burası tam yeri.. Vizesiz seyahat edilebilmesi de ayrı bir artı tabi ki.. Belgrad’ta dikkat edilecek tek konu taksi şoförleri. İbneler gündüz vakti gece tarifesi açıyorlar, tanıdık geldi mi?











Selamlar Tetiana, Yuriy ve Denis...